MAKALELER
Otonom Araç Sürüşünde Cezai Sorumluluk
Otonom sürüş özelliğine sahip araçlar, kara yollarında gittikçe yaygınlaşmaktadır. Ancak hukuk sistemleri, bu tür araçların yaygınlaşmasıyla gündeme gelecek hukuki sorunlara hazırlıklı gözükmemektedir. Bu hukuki sorunların en başında, otonom sürücü idaresindeki bir aracın trafik kazasına karışması sonucu can veya mal kaybı yaşandığında cezai sorumluluğun nasıl belirleneceği konusu gelmektedir.
Bu konuyu incelemeye geçmeden önce, otonom sürüş tipleri arasında bir ayrım yapmak gerekir. Otonom aracın çalışmaya başladıktan sonra sürücü müdahalesini devre dışı bırakarak, tamamen önceden yüklenmiş yazılımın işlemesi ile seyrettiği durumda tam otonom sürüş, sürücünün de müdahalesinin gerektiği ya da müdahalesine açık olduğu durumda ise yarı otonom sürüş söz konusudur.
Yarı otonom sürüş tipinde, aracın marka,model ve özelliklerine göre değişen oranlarda da olsa araç sürücüsü aracın idaresine dahil olmakta ya da müdahale etme imkanına sahip olmaktadır. Bu durumda sürücünün dikkat ve özen yükümlülüğünün, tıpkı manuel bir araç sürüşünde olan ile aynı ölçüde devam ettiğinin kabulü gerekir. Dolayısıyla sürücünün cezai sorumluluğu normal şartlarda olduğu gibidir. Hukuk sistemleri de bu yönde bir anlayışa sahiptir.
Örnek bir olayda; aracın park edilmesi esnasında sürücü idareyi tamamen otomatik park sistemine bırakmış, otomatik park esnasında araç bir yayaya çarpmıştır. Olayda, otomatik park sisteminin çarpma ihtimaline ilişkin bir uyarı vermesi gerekirken bu uyarıyı vermediği anlaşılmış olsa da Alman mahkemesi, sürücünün cezai sorumluluğu olduğuna hükmetmiştir. Mahkemeye göre araçta bir park yardımı sistemi bulunması, sürücünün park etme sırasındaki dikkat ve özen yükümlülüğünü ortadan kaldırmamaktadır.
ABD’de yaşanan bir diğer örnek olayda; otomatik pilot yönetimindeki bir araç, şerit değiştiren bir traktör römorkuna arkadan çarpmış ve aracın sürücüsü hayatını kaybetmiştir. Aracın acil fren desteğinin kaza anında devreye girmediği tespit edilmiştir. Mahkeme kararında, araçtaki otomatik pilot sisteminin ileri sürüş destek sistemi niteliğinde olduğu, bu nedenle sistemin kullanımı sırasında sürücünün dikkat yükümlülüğünün devam ettiği belirtilerek aracın yazılımının ayıplı olmadığına hükmedilmiştir.
Peki tam otonom sürücü idaresindeki bir aracın, örneğin bir yayaya çarparak yaralanmasına sebep olduğu durumda cezai sorumluluk nasıl belirlenecektir?
Ceza hukuku sistemimize göre cezalandıralabilmenin temel koşulu, failin özgür irade sahibi bir gerçek kişi olmasıdır. Otonom araçları idare eden yapay zekaların her ne kadar öğrenme ve bazı kararlar verme kabiliyetleri bulunsa da bunların özgür bir iradeyi oluşturmaya yeterli olduğu söylenemez. Zira bu kabiliyetleri, programlandıkları kurgu ile sınırlıdır. Yapılan programlamanın dışına çıkarak karar vermeleri mümkün değildir. Dolayısıyla günümüz teknolojik koşullarında özgür bir iradeye sahip olmayan ve bir kişi olarak değerlendirilemeyecek otonom araçların cezai sorumluluğundan da bahsedilemeyecektir.
Peki tam otonom bir aracın, bir yayaya çarparak yaralanmasına sebep olduğu durumda cezai sorumluluk kimde olacaktır? Tam otonom sürüşte, sürücünün araç idaresine hiçbir dahli olmadığı gibi bazı durumlarda araçta sürücü dahi yoktur. Örneğin, ABD’nin San Francisco şehrinde ve Çin’in muhtelif şehirlerinde sürücüsüz taksiler hizmet vermeye başlamıştır.
Böyle durumlarda cezai sorumluluğun üretici firmada olacağı akla gelse de bu mümkün değildir. Zira ceza hukuku sistemimize göre tüzel kişilerin cezai sorumluluğu yoktur. Cezai sorumluluk yönünden olaya sebep olanların “şahsen” belirlenmesi gerekmektedir. Buradan hareketle, aracın sürüş sisteminin programlanmasında görev alan kişilerin sorumluluğu gündeme gelecektir. Programcının, kendi uzmanlık alanının gerektirdiği ölçüde, teknik olarak gerekli dikkat ve özeni gösterip göstermediği konusunda tespit yapılması gerekecektir.
Örneğin, sürücüsüz bir otonom aracın, yazılımından kaynaklı bir hata sebebiyle küçük bir çocuğu insan olarak algılayamaması ve çocuğun geçişi esnasında durmayarak ona çarpması durumunda, programcının bu yazılım hatasındaki rolü belirlenecek, dikkat ve özen yükümlülüğüne uymadığı belirlenirse çocuğun yaralanmasından sorumlu olabilecektir.
Teknolojik gelişmelerin seyrine bağlı olarak kara yollarında değişen düzen, farklı tipte hukuki ihtilaflar yaratacaktır. Bu hukuki ihtilafların yarattığı mağduriyetlerin daha da büyümemesi adına, gerekli mevzuat değişikliklerinin yapılarak hukuk sistemlerinin uyumlu hale getirilmesinin önemli olduğu görüşündeyiz.
Depremde Yıkılan Binalarda Sorumluluğu Bulunan Kişilere Uygulanabilecek Cezai Yaptırımlar
6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen ve on ilimizde etkili olan iki depremde birçok bina yıkılmış ve yıkılan binalar can kayıpları ile yaralanmalara sebep olmuştur. Yıkılan binalarda sorumluluğu bulunan kişilerin tespit edilmesi ve haklarında soruşturma yapılması yönünde adli işlemlerin başlatıldığı bilinmektedir. Bu kişiler hakkındaki soruşturma süreçlerinin tamamlanmasının ardından dava süreçleri başlayacaktır. Peki yürütülecek davaların sonucunda sorumlular hakkında uygulanabilecek cezai yaptırımlar nedir?
Yargıtay, depremde yıkılan binalara ilişkin olarak geçmişte verdiği birçok kararda, binaların yapımında sorumluluğu bulunan kişiler hakkında “bilinçli taksirle öldürme” suçundan cezalandırmaya gitmiştir. Bilinçli taksir kavramı, Türk Ceza Kanunu’nun 22/3. maddesinde; “Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır” şeklinde tarif edilmiştir. Yani basit taksir halinde sanığın istemediği ve “öngörmediği” bir netice gerçekleşmekteyken bilinçli taksir halinde sanığın istemediği ancak “öngördüğü” bir netice gerçekleşmiş olmaktadır. Bilinçli taksir halinde, basit taksir haline göre verilen cezada artırım yapılır.
Görülecek davalarda, bilinçli taksir mi yoksa basit taksir mi mevcut olduğu konusunda elbette ki her olay ve sanığın koşullarına özgü değerlendirme mahkemelerce yapılacaktır. Ancak fay hatları üzerinde bulunan ve depreme karşı son derece riskli bir alanda, mevzuata aykırı şekilde inşa edilmiş bir binanın ölümlere sebebiyet verebileceğinin bina sorumluları tarafından “öngörülmemiş” olması mümkün değildir. Bu nedenle basit taksirden bahsetmek bizce olanaksızdır.
Yapımında sorumlu olduğu binanın yıkılması ile bir kişinin ölümüne sebep olan sanık hakkında TCK’nın taksirle öldürme hükümlerine göre 2 yıldan 6 yıla kadar hapis cezasına hükmedilecektir. Binanın yıkılması neticesinde “iki veya daha fazla kişi ölmüş” veya “bir kişi ölmüş ve bir veya birden fazla kişi yaralanmışsa” suçun cezası 2 yıldan 15 yıla kadar hapis cezasıdır. Bununla birlikte, sanıkların eylemlerinde bilinçli taksir halinin bulunduğuna hükmedildiği takdirde, belirtilen cezalarda 1/3’ten 1/2 oranına kadar artırım yapılacaktır. Örneğin, sorumlu olduğu binanın yıkılması ile iki veya daha fazla kişinin ölümüne sebep olan ve 12 yıl hapis cezası alacak bir müteahhit, bilinçli taksirin varlığına hükmedilmesi halinde 16 yıl ile 18 yıl arasında ceza alabilecektir. Önemle belirtmek gerekir ki taksirle öldürme suçu hükümleri kapsamında; inşa edilen her bir bina suça konu ayrı bir fiil niteliğindedir. Örneğin, inşa ettiği iki binanın yıkılması sonucu her bir binada birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet verdiğine hükmedilen sorumlu hakkında, yukarıda belirtilen ceza hükümleri iki defa uygulanacaktır.
Öte yandan, bina sorumlularının “taksirle öldürme” suçundan değil de “kasten öldürme” suçundan sorumlu tutulup tutulamayacağı konusu da tartışılacaktır. Sorumluların her ne kadar “doğrudan kast” (ölüm neticesini bilme ve isteme) ile hareket ettiğinden bahsetmek pek mümkün değilse de “olası kast”ın varlığı gündeme gelebilecektir. Olası kasttan anlaşılması gereken, insanların ölümüne sebep olabileceği öngörülmesine rağmen adeta “olursa olsun” şeklinde bir düşünceyle mevzuata aykırı binanın inşa edilmesidir. Dolayısıyla bina sorumlularının “olası kastla öldürme” suçu gereği cezalandırılmaları da bizce mümkün olabilecektir.
Önemle belirtmek gerekir ki sorumlunun “bilinçli taksirle öldürme” suçu gereği cezalandırılması ile “olası kastla öldürme” suçu gereği cezalandırılması arasında ceza miktarı açısından ciddi bir fark oluşacaktır. Zira olası kastla öldürme suçunun (temel şekli) cezası TCK’nın ilgili hükümlerine göre 20 yıldan 25 yıla kadar hapis cezasıdır. Üstelik taksirle öldürme suçundan farklı olarak kasten öldürme suçunda; hayatını kaybeden her bir mağdur açısından ayrı ayrı suç oluşacaktır. Örneğin, inşa ettiği bir binanın yıkılması ile on kişinin ölümüne neden olduğu belirlenen ve olayda “olası kast” ile hareket ettiğine hükmedilen bir müteahhit, on kişinin her biri için ayrı ayrı 20 yıldan 25 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılabilecektir.
Sorumluların olası kast ile hareket ettiğine hükmedildiği takdirde, haklarında TCK m. 83’de yer verilen “kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi suçu” gereği cezalandırmaya gidilmesi ihtimali de doğacaktır. Bu ihtimalde de hayatını kaybeden her bir kişi için sorumlulara ciddi miktarda hapis cezalarının verilmesi söz konusu olacaktır.
Belirtmemiz gereken bir diğer husus, depremde yıkılan mevzuata aykırı binalara ilişkin cezai sorumluluğu bulunan kişilerdir. Mesul mühendis, inşaat ustası, bina sahibi ve müteahhit gibi binaların inşasında doğrudan rolü bulunan kişilerin sorumlu olduğu açık olmakla beraber bu binalara iskan veya yapı ruhsatı verilmesinde görev alan ve binaların inşa sürecinde denetim görevi olup da bu görevini ihmal eden kişilerin de sorumluluğu tespit edilmelidir. Bahsedilen kişilerden kamu görevlisi olanların ayrıca “görevi kötüye kullanma” suçundan sorumluluğu gündeme gelecektir. Görevi kötüye kullanma suçunun cezası TCK’ya göre 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasıdır.
Dikkat çekmemiz gereken son husus şudur ki bu yazımızda sorumlulara uygulanabilecek cezai yaptırımlara değinilmiştir. Deprem mağdurlarının, maddi-manevi zararlarını telafi etmek için tazminat talebinde bulunma hakkı da vardır. Soruşturma ve yargılama süreçlerinin adil bir şekilde yürütülerek tüm sorumluların tespit edilmesi ve hakkaniyete uygun şekilde cezalandırılmaları en büyük temennimizdir.
CUMHURBAŞKANI ADAYLIĞINDA İKİ DÖNEM KURALI
Anayasa’nın 101/2. maddesi; “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” hükmünü haizdir. Bu hüküm sebebiyle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önümüzdeki seçimde yeniden aday olup olamayacağı konusu kamuoyu tarafından tartışılmaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ilk olarak 2014 yılında yapılan seçim ile cumhurbaşkanlığı makamına gelmiş, ardından 2017 yılında cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini de yürürlüğe sokan Anayasa değişikliği yapılmıştır. 2018 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde ise Recep Tayyip Erdoğan ikinci kez cumhurbaşkanı seçilmiştir. Tartışmaların kaynağı da işte 2017 yılında yapılan bu Anayasa değişikliğidir.
Anayasa’nın, “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” hükmü uyarınca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üçüncü kez aday olabilmesi Anayasal açıdan mümkün değildir. Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan iki defa seçilmiştir.
Karşıt bir görüş ise 2017 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile yeni bir hükümet sistemine geçildiğini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ikinci kez seçildiği seçimin bu değişiklikten sonra yapıldığını, Erdoğan’ın yeni sistemin ilk cumhurbaşkanı olduğunu ifade etmekte, bu nedenle yeniden aday olabileceğini öne sürmektedir.
Ancak 2017 yılında yapılan Anayasa değişikliği her ne kadar hükümet sisteminde değişiklik getirmiş olsa da Cumhurbaşkanlığı Makamının devamlılığı bakımından bir değişiklik getirmemiştir. Makamın adı yine Cumhurbaşkanlığı olduğu gibi sistemin adı da “Cumhurbaşkanlığı” Hükümet Sistemidir. Erdoğan, yeni hükümet sisteminin ilk başkanı değil yine Cumhurbaşkanı unvanını elde etmiştir. Bu durum, seçim sonucunda Yüksek Seçim Kurulu tarafından verilen mazbatada da kendini göstermektedir. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018 yılında ikinci defa seçilmesi üzerine kendisine verilen mazbatada; “Sayın Recep Tayyip Erdoğan 13. Türkiye Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir.” ifadesi kullanılmıştır (sonradan, Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhuriyet tarihimizde cumhurbaşkanlığı makamına gelen 12. kişi olduğu gerekçesiyle, mazbatada yer alan “13.” ibaresi kaldırılmıştır. Örneğin, Mustafa Kemal Atatürk 4 kez cumhurbaşkanlığı yapmış olmasına karşın 1. cumhurbaşkanımızdır).
2014 yılında, yani yeni hükümet sisteminden önce yapılan seçim sonucunda verilen mazbatada ise “Sayın Recep Tayyip Erdoğan 12. Türkiye Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir.” ifadesi yer almaktadır. Başta da belirtildiği gibi sistem Cumhurbaşkanlığı Makamı yönünden kesintiye uğramamıştır.
Yine bununla bağlantılı bir başka karşıt görüş ise Cumhurbaşkanının seçilmesi usulünü düzenleyen Anayasa maddesinin (m. 101) 2017 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile değiştirildiğini, dolayısıyla en fazla iki defa seçilebilme hükmünü de içeren bu maddenin 2017 yılındaki değişiklikten itibaren geçerli olacağını öne sürmektedir. Hal böyle olunca da bu görüşe göre Cumhurbaşkanı Erdoğan yeniden aday olabilecektir.
2017 yılında yapılan Anayasa değişikliğinde 101. maddenin değiştirildiği doğrudur. Ancak maddenin içerisinde yer alan “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” hükmü 101. maddeye 2007 yılında eklenmiş olup, bu hüküm 2017 değişiklikleri sırasında da aynen korunmuştur. Dolayısıyla, yeni hükümet sistemini getiren 2017 Anayasa değişikliği her ne kadar 101. maddede bazı değişiklikler yapmış olsa da bir kişinin en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebileceğine ilişkin kuralı değiştirmemiştir. Bu nedenle ilgili hüküm yeni hükümet sisteminden önce geçerli olduğu gibi mevcut durumda da geçerlidir.
Tüm bu açıklamalar ışığında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üçüncü defa aday olabilmesi Anayasa’nın 101/2. maddesi gereği mümkün değildir. Diğer yandan, 6271 sayılı Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu’nun 3/2. maddesi ile düzenlenen; “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.” hükmü çerçevesinde, şayet TBMM seçimlerin yenilenmesi kararı alırsa Cumhurbaşkanı Erdoğan bir kez daha aday olabilecektir.
Vegan Peynir Ürünlerinin Piyasadan Toplatılması
Tarım ve Orman Bakanlığı yetkililerince geçtiğimiz günlerde bitkisel kaynaklı peynir üreten firmalara yapılan denetimler neticesinde “vegan peynir” konusu kamuoyu gündemine girdi. Nitekim denetimler sonrasında bu türden ürünlerin bir kısmının piyasadan toplatıldığı ve hatta bazı üretici firmaların üretimlerine son verdiği yönünde haberler basın/yayın organlarında yer buldu.
Konunun bir çok farklı açıdan tartışılması gerekmekle birlikte bu yazıda hukuki boyutu ele alınacaktır. 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun 3. maddesinde “taklit” ve “tağşiş” fiillerinin tanımı yapılmıştır. İlgili tanımlamalar açısından ele alındığında, bitkisel kaynaklı üretilen peynirlerin “peynir” adı altında satılması ve bu ürünlerin ambalajlarında peynir ifadesinin kullanılması taklit ve tağşiş niteliğindedir. Zira Türk Gıda Kodeksi Peynir Tebliği’nin 4. maddesinde “peynir”in tanımı yapılmış olup, peynirin çeşitli yöntemler uygulanarak elde edilen “süt ürünü” olduğu açıkça belirtilmiştir. Bitkisel kaynaklı üretilen peynir ürünleri ise bu tanımlamaya uymamaktadır.
Görünüş itibarıyla da sütten üretilen peynir ile neredeyse aynı olan bitkisel kaynaklı peynirlerin bir de peynir adı altında ambalajlanması ve pazarlanması hukuken tüketiciyi aldatıcı/yanıltıcı niteliktedir. Hatta 19 Şubat 2020 tarihinde yürürlüğe giren Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği’nde yer verilen “Bitkisel yağ veya diğer gıda bileşenleri kullanılarak peynir izlenimi veren ürünler üretilemez (9/3. madde).” hükmünün bu durumun engellenmesine yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
Yürütme organı niteliğinde olan Tarım ve Orman Bakanlığı’nın asli görevi, kendi yetki ve görev alanı kapsamında yürürlükte olan yasal düzenlemelerin uygulanmasıdır. Dolayısıyla, 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun 24/4. maddesinde yer alan “Gıda ve yemde taklit ve tağşiş yapılamaz. Taklit ve tağşiş yapılmış ürün işleme tabi tutulamaz, piyasaya arz edilemez.” hükmü uyarınca, bahse konu ürünlerin Bakanlıkça piyasadan toplatılmasının hukuken yerinde bir işlem olduğu değerlendirilmektedir.
Öte yandan, yasal düzenlemelerin mevcut hali ile uygulanması hukuki açıdan bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Yasal düzenlemeler; vegan beslenme şeklini tercih eden kişilerin, temel insan hak ve hürriyetlerinden olan beslenme hakkı kapsamında talep ettikleri ürünlere ulaşımında kısıtlamalara dönüşmemelidir. Tüketici haklarını koruma amacı ile taklit/tağşiş fiillerine karşı tedbir alınırken vegan kişilerin tüketici haklarının ihlal edilmemesine dikkat edilmelidir. Mevcut yasal düzenlemelerin bu açılardan yetersiz olduğu göze çarpmaktadır. Dolayısıyla bitkisel kaynaklı gıda ürünlerine ilişkin kapsamlı bir yasal düzenleme yapılması ve konu hakkındaki belirsizliklerin bu sayede ortadan kaldırılması gerektiği görüşündeyiz.
HALKI YANILTICI BİLGİYİ ALENEN YAYMA SUÇU
İktidar tarafından ‘dezenformasyonla mücadele yasası’ muhalefet tarafından ise ‘sansür yasası’ olarak nitelendirilen “Basın Kanunu ve Bazı Konularda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, 13 Ekim 2022’de TBMM’de kabul edilmiştir. Kanunun Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmesi beklenmektedir.
Kabul edilen kanunun özellikle 29. maddesi dikkat çekmektedir ve kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştır. Söz konusu madde, Türk Ceza Kanunu’ndaki ‘Kamu Barışına Karşı Suçlar’ arasına, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” ismiyle yeni bir suç eklemektedir. TCK’da 217/A madde numarası ile yer alacak bu suçun tanımı şu şekilde yapılmaktadır:
“(1)Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapisle cezalandırılır.
(2)Failin, suçu gerçek kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.”
Madde metni incelendiğinde, suçun oluşması için gerekli şartlar şunlardır:
1-Kişinin bir bilgiyi gerçeğe aykırı olduğunu bilerek ve alenen (herkes tarafından görülüp duyulabilecek bir mecrada) paylaşması,
2-Bu paylaşımı sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratma amacıyla yapması,
3-Paylaşılan bilginin iç ve dış güvenlik, kamu düzeni veya kamu genel sağlığı ile ilgili olması,
4-Yapılan paylaşımın kamu barışını bozmaya elverişli olması.
Hukuk Güvenliği ve Hukuki Belirlilik Açısından Değerlendirme
Hukuk devleti olmanın en önemli gerekliliklerinden biri “hukuk güvenliği (ya da hukuki güvenlik)”dir. Hukuk güvenliği, hukukun uygulanmasındaki belirsizlik veya ani değişim riskini ortadan kaldırmaya yönelik bir garanti veya koruma olarak tanımlanabilir1. Hukuk güvenliğinin ayrılmaz parçalarından biri ise “hukuki belirlilik” ilkesidir. Belirlilik ilkesine göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu birtakım güvenceler içermesi gereklidir. Buna göre birey, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını ve bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu kanundan öğrenebilme imkânına sahip olmalıdır. Birey, ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörüp, davranışlarını düzenleyebilir.2
Değişiklikleri düzenleyen kanunun tartışma konusu 29. maddesi ile getirilen, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçuna ilişkin madde ise belirlilik ilkesi ve hukuk güvenliği yönünden sorunludur. Nitekim bu madde bir çok muğlak unsur içermektedir. Kişi paylaşmadan önce bir bilginin gerçeğe aykırı olup olmadığını nasıl teyit edecektir? Soruşturma ve kovuşturma makamları bilginin gerçekliği konusunda neye ve hangi kriterlere göre karar verecektir? Bilginin paylaşılmasındaki amacın halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak olduğu hangi somut olgulara dayanılarak tespit edilecektir? Bunların yanı sıra iç ve dış güvenlik, kamu düzeni ve kamu genel sağlığı ifadeleri, sınırları belirlenmemiş ve çok geniş kavramlardır. Öyle ki paylaşılan her türlü bilgi bir şekilde bu kavramlarla ilişkilendirilmeye müsaittir. Ayrıca kamu barışını bozmaya elverişlilik de açık ve kesin olmayan bir diğer unsurdur (TCK 216. madde de yer verilen bu unsura “dini değerleri aşağılama suçu” adlı yazımızda değinilmiştir). Hal böyle iken ilgili kanun maddesi, geniş yorumlanmaya müsait soyut unsurlar üzerine kurgulanmış bir suçu tarif etmektedir.
Suç İçin Öngörülen Ceza Miktarı Yönünden Değerlendirme
İlgili düzenlemede suçun cezası “bir yıldan üç yıla kadar” hapis olarak öngörülmüş, ayrıca cezayı artırıcı nitelikli hallere yer verilmiştir. Belirlenen ceza sürelerinin üç önemli sonucu bulunmaktadır:
1-Ceza Muhakemesi Kanunu 100/4. maddesi gereği, hapis cezasının üst sınırı 2 yıldan fazla olmayan suçlarda tutuklama kararı verilememektedir. Dolayısıyla, üst sınırı 3 yıl olarak düzenlenen “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçu, belirtilen madde ile düzenlenen tutuklama yasağının kapsamına girmeyecektir. Yani bu suç gereği hakkında soruşturma yapılan kişi tutuklanabilecektir.
2-Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yer verilen, cezanın ertelenmesi ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) düzenlemelerinden yararlanmanın şartlarından biri sanığa verilmiş olan cezanın 2 yıl veya daha az süreli olmasıdır. Bu nedenle “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçundan ceza alan bir kişinin ceza erteleme ve HAGB hükümlerinden yararlanamaması ve dolayısıyla hakkında verilen cezanın doğrudan infaz edilmesi ihtimali mevcuttur.
3-Suçu düzenleyen maddenin 2. fıkrası gereği, örneğin bilgi paylaşımı anonim bir sosyal medya hesabı üzerinden yapıldığı takdirde verilen ceza yarı oranında artırılacaktır.
Sonuç
Tartışma konusu kanun değişikliği ile TCK’ya eklenen ve “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçunu düzenleyen kanun maddesi, kanun yazım tekniği açısından sorunlu olup, hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerini ihlal edici derecede muğlak biçimde kurgulanmıştır. Mevcut haliyle, bu maddeye dayalı olarak yapılacak ceza yargılamaları sonucunda sanığın cezalandırılmasının pek mümkün olmadığı düşünülmektedir. Nitekim, yukarıda izah edildiği üzere her biri son derece ucu açık olan unsurların hepsinin sanık yönünden gerçekleştiğini delilleriyle ispat etmek kovuşturma makamları için büyük bir güçlük teşkil edecektir.
Öte yandan, kanun maddesinin mevcut muğlak ve yoruma açık halinin, onu keyfi uygulamalara ve istismara açık hale getireceği aşikardır. Belirtilen durumda, kişilerin yaptıkları bir bilgi paylaşımından dolayı “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçu işledikleri gerekçesiyle haklarında soruşturma yapılması ve bu kapsamda yakalama, gözaltı, tutuklama gibi tedbirlere maruz kalmaları mümkün olacaktır. Bu durumun, herhangi bir bilgi paylaşımında bulunurken kişilerin tedirginlik yaşamasına sebep olacağı ve ifade özgürlüğünün kullanımını engelleyeceği düşünülmektedir.
Kaynakça
1 Çaptuğ, Mehpare, Hukuki Güvenlik İlkesinin Kavramsal Gelişimi, Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisi-Yıl 9, Sayı 17, Haziran 2021, sf. 139.
2 Anayasa Mahkemesi, Bubo Çelik Başvurusu (B. No: 2013/3954, K. 26/2/2015), para. 46.
Sosyal Medya ve Hakaret Suçu
Geçtiğimiz günlerde basın-yayın organlarında yer alan bir haber, dikkatleri yeniden sosyal medya ve hakaret suçu ilişkisine çekti. İlgili habere göre Yargıtay 18. Ceza Dairesi, Twitter isimli sosyal medya sitesinde bir başka kullanıcının hakaret içerikli tweetinin retweet edilmiş olmasını, hakaret suçunun gerçekleşmesi için yeterli delil saydı. İlgili haber Yargıtay tarafından ortaya konulan yeni bir yaklaşım gibi sunulsa da bahse konu karar 2019 yılında verilmişti ve Yargıtay’ın konu hakkındaki önceki kararları ile de uyumluydu. Nitekim daha önce vermiş olduğu kararlarda da Yüksek Mahkeme, bir başka kullanıcı tarafından yazılan hakaret içerikli bir sosyal medya iletisinin paylaşılmasının hakaret suçuna vücut verdiğine hükmetmekteydi.
Öte yandan Yüksek Mahkeme kararlarında, iletinin paylaşılması ile beğenilmesi arasında ayrıma gidilmektedir. Örneğin, Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin 2014 yılında vermiş olduğu bir kararında; sanığın hakaret içerikli mesajları beğenmekten ibaret eyleminin, bu mesajların sanık tarafından da internet ortamında paylaşılmadığı veya başkalarına aktarılmadığı takdirde hakaret suçunun unsurlarını oluşturmayacağına hükmedilmektedir.
Yargıtay uygulamasından anlaşılan, hakaret içerikli iletiler konusunda bir kriter belirlendiğidir. Buna göre bir başka kullanıcıya ait hakaret içerikli iletinin internet ortamında paylaşmak suretiyle başkalarına aktarılması, paylaşan kişinin de hakaret suçu işlediğine dair delil oluşturacaktır. Hakaret içerikli iletinin paylaşılmadan yalnızca beğenilmesi ise “başkalarına aktarılma” kriterini karşılamadığından dolayı beğeniyi yapan kişi açısından suç konusu teşkil etmeyecektir. Yargıtay’ın; bir iletinin salt beğenilmesinin, hakaret suçu açısından bu iletiyi başkalarına yayma ile aynı ağırlıkta bir eylem olamayacağı görüşüne sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Öte yandan konu hakkında farklı düşünceler öne sürülebilecektir. Nitekim hakaret içerikli bir iletinin beğenilmesi, beğenen kişinin bu iletiyi benimsediği anlamına geleceğinden beğenen kişinin de hakaret suçu işlediğini savunanlar vardır. Ancak beğenme eylemi hakaret suçunun kanuni tanımına uymamaktadır. Nitekim Türk Ceza Kanunu’nun ilgili 125. maddesinde; “Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.” denmektedir. Hakaret içerikli bir iletinin beğenilmesi ne bir somut fiil veya olgu isnadı ne de bir sövme eylemidir. Beğenme eylemi olsa olsa beğenilen iletiye sempati gösterildiğini ifade eden bir düşünce açıklamasıdır.
TUTUKLAMA ve TUTUKLAMADA ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİ
Tutuklamanın Niteliği ve Amacı
Tutuklama, ceza yargılamasında, şüpheli veya sanığın geçici olarak özgürlüğünün kısıtlanması şeklinde uygulanan koruma tedbirlerinden biridir. “Koruma tedbirleri” kavramı, 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun dördüncü kısmının başlığı olarak kullanılmış ve tutuklama ile ilgili hükümlere de bu başlık altında yer verilmiştir.
Tutuklamanın nitelendirilmesinde neden koruma tedbiri kavramının kullanıldığı şüphesiz akla gelecektir. Bu durumu açıklığa kavuşturmak adına ilk olarak, Kanun’un bir sınıflandırma başlığı olarak kullandığı “koruma tedbirleri” kavramının ne anlama geldiği incelenmelidir. Koruma tedbirleri, ceza muhakemesinin gereği gibi yapılabilmesi veya hükmün infazının mümkün kılınması amacıyla muhakeme sürecinde başvurulabilen ve hükümden önce, gerektiğinde zor kullanmak suretiyle bazı temel hak ve özgürlüklere geçici müdahaleyi gerektiren işlemlerdir1.
İkinci olarak, koruma tedbirlerinden biri olan tutuklama işleminin uygulanma amacı üzerinde durulmalıdır. Tutuklama, temel olarak delillerin ve şüpheli veya sanığın koruma altına alınması amacını taşımaktadır. Bazı hallerde delillerin korunması ve şüpheli veya sanığın kaçma ihtimalinin ortadan kaldırılması için tutuklama tedbiri uygulanması gerekli hale gelmektedir. Nitekim amacı maddi gerçeğe ulaşmak olan ceza yargılamasında deliller en önemli ispat aracı olduklarından, bunların muhafazası büyük önem taşımaktadır. Bununla birlikte, yargılama neticesinde verilecek hükmün sanık hakkında uygulanabilir olması için sanığın muhafazası gerekli olabilmektedir.
Tanımından ve amacından anlaşıldığı üzere tutuklama, ceza yargılamasının sağlıklı bir şekilde yürütülmesi ve neticelendirilmesi adına uygulanmakta olan bir araçtır. Sonuçları itibarıyla her ne kadar hapis cezası verilmesi ile aynı görülebilseler de tutuklama bu yönüyle hapis cezasından ayrılmaktadır. Hapis bir ceza, tutuklama ise bir tedbirdir2. Tutuklama, yargılama sürecinde başvurulan bir vasıta niteliğinde iken hapis cezası, kişi hakkında verilen mahkumiyet hükmünün sonucudur. Hapis cezası ile amaçlanan ise suçlunun ıslah edilerek topluma kazandırılması, suç işlenmesinin önlenmesi ve toplumun suçtan korunmasıdır.
Bu noktada belirtilmelidir ki tutuklama; yasal amacının bağlamından koparılarak bir cezalandırma aracı şeklinde kullanılamaz. Ceza yargılamasına hakim olan genel ilkelerden “masumiyet karinesi” gereği, suçluluğu yargı kararı ile sabit olmayan bir kişi suçlu sayılamaz. Kişilerin, haklarında yargı organlarınca verilmiş ve kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü olmadan suçlu olarak addedilmeleri ve yasal koşullar oluşmadığı halde tutuklanmaları hukuk devleti olma ilkesine aykırıdır.
Tutuklamada Ölçülülük İlkesi
5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 100/1. maddesinin ikinci cümlesi; “İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez.” diyerek, tutuklama tedbirinin ancak soruşturma konusu eylemin ağırlığı ve bu eyleme karşılık verilecek ceza ile ölçülü (orantılı) olması durumunda uygulanabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Yine Anayasa’nın 13. maddesi, temel hak ve hürriyetlere yapılacak kısıtlamaların ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağını belirtmektedir.
Ceza yargılaması kapsamında uygulanan koruma tedbirlerinin tümü kişilerin temel hak ve hürriyetlerine kısıtlama teşkil eder. Örneğin bazı tedbirler kişi güvenliği ve özgürlüğüne (yakalama, gözaltı, tutuklama), bazı tedbirler bireyin özel hayatına (arama), bazı tedbirler haberleşme hürriyetine (iletişimin dinlenmesi) müdahale oluşturur3. Koruma tedbirleri içerisinde kişi hürriyetlerine en yüksek derecede müdahale teşkil eden tedbir ise şüphesiz tutuklamadır.
İşte ölçülülük (orantılılık) ilkesi bu noktada gündeme gelmektedir. Hakim, ölçülülük ilkesinin gereği olarak öncelikle amaca yeterli diğer tedbirlerin varlığını göz önüne almak zorundadır4. Örneğin, adli kontrol tedbiri yeterli ise tutuklama tedbirine başvurulmamalıdır5. Zira 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanununun 101/1. maddesinde de Cumhuriyet savcısının tutuklama isterken mutlaka adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını belirten hukukî ve fiili nedenlere yer vermesi gerektiğine hükmedilmektedir. Ölçülülük ilkesinin bu şekilde doğru uygulanması sayesinde, ceza yargılaması amaca yönelik bir şekilde yürütülürken kişi hak ve hürriyetlerine de mümkün olduğu kadar az seviyede müdahale gerçekleştirilmiş olacaktır.
5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanununun 100/1. maddesinin birinci cümlesinde; “Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir.” denerek, tutuklama kararı verilmesi bakımından hakime bir ölçüde takdir yetkisi tanınmıştır. Ancak bu durum, hakimin kendisine tanınan takdir yetkisini kullanırken tümüyle serbest olduğu anlamına gelmez. Hakim, kişi hak ve hürriyetleri konusundaki Anayasal esasları gözeterek takdirini Anayasa’nın ruhuna ve amacına uygun olarak kullanmalıdır6. Bir hukuk devleti olmanın gereği de budur.
Kaynakça
1 Şahin, Cumhur, Ceza Muhakemesi Hukuku, s.267.
2 Koparan, M. Reşat, Bir Koruma Tedbiri Olarak Tutuklama, TBB Dergisi Sayı 65, s. 155.
3 Turhan, Faruk, Ceza Muhakemesi Hukuku, s.199.
4 Koparan, M. Reşat, Bir Koruma Tedbiri Olarak Tutuklama, TBB Dergisi Sayı 65, s. 156.
5 Koca, Mahmut, Tutuklamada Orantılılık İlkesi Çerçevesinde Bir Koruma Tedbiri Olarak Yurtdışına Çıkarmama, www. jura. uni-sb. de/turkish/MKoca1. html – 105k – 11 Ocak 2006.
6 Nizamoğlu, Meltem, Tutuklama Tedbirinde Orantılılık İlkesi, TBB Dergisi, 2000/2, s.483.